Dead Man, 1995
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dead Man, 1995

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dead Man, 1995

 

 

 

 


İlk Ve Son Hayalet: DİL 

H. İbrahim Türkdoğan

Milyon renkli, binbir kokulu gökyüzü çiçeklerinin ortasında, kutsalların yitik parçalarını bulduğum unutulmuş bir kristal kürede uyuduğumu düşlemeye başlamıştım. Uyuyor, göz sürülmemiş rüyalar görüyordum, bakir rüyalar. Rüyalarımdan birinde, ansızın karanlık bir huzursuzluk giriyor içime, bir damla gözyaşı dudaklarımın çatlaklarına sızıyordu ve bir yolculuğa çıkıyordum. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, varlığın yoklukla hiç durmadan seviştiği, rüyaların iç içe geçtiği, başı sonu olmayan biçimsiz bir labirentte peynir bulmaya çalışan turuncu benekli farenin peşine takılıyor ve bir daha geri dönmüyordum, kayboluyordum. 

 - İnan Türkdoğan (1976 - 2003) - 

 

Hazmet kutsal ekmeği ve kurtul!

Dış dünya tekil bilinç olmaksızın bağımsız bir nesnellik içermiyor. Her Tek dünyayla girdiği ilişki kadar dünyayla ilgilidir. Yaşayan bir özne olmaksızın gerçek denen şey düşünme kapsamında olamıyor. Özne düşündüğü ölçüde de kendisinin nesnesi olabiliyor. Dünya bilincimize yansıdığı ölçüde dünya olabiliyor: Dünya Tek’in bilincidir. Olay, olayı yaşayana özgüdür; ancak yaşayan için olay vardır. İç dünya hissedildiği ölçüde Tek’e yakın ve uzaktır, büyük ve küçüktür, soğuk ve sıcaktır, yüzeysel ve derindir; acı ile hazzın birer olay olarak dışa yansıması tekildir. Her Tek’in acısı ve hazzı bir diğer Tek’inkinden her zaman ve her koşulda ayrıdır. Dolayısıyla genel bir dünya inşa etmek sorunludur. Ancak (en azından) iki tür dil ile iç ve dış dünyayı anlamak olanaklıdır: Genel bir dil olarak mantık önem kazanırken, öznel algılama ve duyumsama olarak da ayrı bir dil (genel anlamıyla sanat) öne çıkar.

Nesneyi kavramla anlamayı amaçlayan realistler, neticede her şeyde insan nitelikleri tasarlarlar. Bu tasarım ilkel insanlarda başlar; cansızlar canlı olarak tasarlanır. Daha sonra bu tasarım mitolojilere taşınır. Yunan mitolojisinde Tanrılar insan özellikleri taşır. Adına insanbiçimcilik denen öğreti klasik ve modern felsefede de önemsenir. Aslında bütün dinler ve ideolojiler bu öğretiğe dayanır. Filozoflar genel olarak önce evrene bir amaç yükler, sonra bu amacı gerçekleştirmeye çalışırlar. Kaldı ki onlara göre insanın kendisi bir amaçtır. Kant’ın “insan eğitilmesi gereken tek canlıdır” tümcesi insanın eğitilerek insan olacağı kanısını içerir. Bu eğitim önceden tasarlanır, Kant bunun resmini de çizmiştir. Dünya ideolojik kavgalar üzerinden tasarlanan bir hayalete dönüşür. İlkel insanlar cansızları canlı tasarladıkları gibi eski Yunanlılar da Tanrıları insan nitelikli canlılar olarak tasarladılar. Kavramları tasarlamak onlara can vermektir. Özne ve nesne bu durumda özdeşleşirler.


Henrik Ibsen, Hayaletler adlı oyununda insan tasarımları üzerine geniş yer verir. Bu oyunda insanlar tasarladıkları düşünceleri, tasarılaştırdıkları tasarımlarını gerçekleştirmek uğruna mutsuzluk içinde yaşamlarını sona erdirirler. İlkel insanların tasarımları konusunda az şey söyleyebiliriz, çünkü onları yeterince tanımıyoruz. Mitolojilerse realiteden fazla uzak. Dolayısıyla en iyi tasarımcı çocuklardır diye düşünüyorum. Çocuklar genelde hayalet görür ve bundan korkarlar, çünkü bu tasarım dinsel kökenlidir, büyüdüklerinde ama tasarladıkları hayaletlerden korkmayıp onlarla birlikte yaşarlar; ya da tam olarak: tasarladıkları hayalete dönüşürler. Buradaki düşünce kavramlara bağlıdır. Ve yaşamlarını kavramlarla yürüttükleri bir kavgayla tüketirler. Diğer taraftan Ben’i tek gerçek ve Ben dışındaki diğer tasararımları hiçe sayan tekbencil öğreti mantıksal açıdan çürütülemiyor. Bu, delicedir ama bu deliliği kanıtlamak için us yetersiz kalıyor.

Stirner ve Nietzsche böyle bir çıkmaz sokakta karşılaşırlar. Ve Camus’nün dediği gibi Nietzsche bu durumda duvarlara saldırır, Stirner’se kendi kahkahalarında boğulur. Yukarıdaki kavramlarla ifade edecek olursak Nietzsche sanatı seçer, Stirner’se sözün bittiği yerde susar. Acı bir totolojik nefes alarak susar ve Biricik kavramını mantık üzerinden kavramsızlaştırır. Ona verdiği canı geri alır.

Doğrudan algısal bilinç içeren tasarım ile yarıyarıya duygusal ve yarıyarıya algısal bilinç içeren sanat kendi dil biçimlerini oluşturarak evreni anlamaya yönelirler. Dil ne kadar az ideolojik olursa, o kadar çok zenginleşir, ne kadar çok zenginleşirse, o kadar çok karmaşıklaşır. Ne kadar çok karmaşıklaşırsa, dilci o kadar çok yaratıcılaşır. Çünkü her karmaşa yeni bir soru üretir, her yeni bir soru yine yeni bir soru üretir. Ve evrenin sorusu soru olarak devam edecektir.

Her dil usa dayanmaksızın ve rasyonel olmaksızın ortaya çıkmıştır. Son aşamada yapay katılımla gelişen “doğal” dil genel olarak hâlâ “gelişme” sürecindedir. Bir ulus (halk, klan, ekol) konuştuğu dilden ibarettir. Ötesi yok bunun. Bu iddiayı kanıtlamaya çalışmak bile sadece düşünce kaybı olur. Bir ulus son aşamada ancak bir anadil ya da babadil geliştirebilmiş ve insanlarını bu çatı altında toplamıştır. Ya da insanlar kendilerini bu çatı altında bir araya getirmişlerdir. Anadil denen bu standart iletişim biçimi bir standart düşünme biçimine de kaynak olmuştur. Banal politik entrikalardan en karmaşık edebiyat eserlerine kadar bu standartlık kendini koruyabilmiştir. Standart dil ile birlikte onu konuşan insanı ve onun soyunu ateşe vermek isteyen Batılı düşünür Stirner’dir. Nietzsche yapıcı bir nihilizm ateşiyle dilin standartlığını yok etmeye çalıştı, bu konuda kısmen başarılıdır. Stirner’se yıkıcı bir nihilizm enerjisiyle dilin despot yapısını açığa çıkardı. Stirner'in dil analizi üzerinden politikacıların, yöneticilerin, diktatörlerlerin, kralların ve benzerlerinin yeterince despot olamayacak kadar dil köleleri oldukları sonucuna varabiliriz.

Tamyetkin despot: Dil. “Hazmet kutsal ekmeği ve kurtul!” Bu, aslında son sözdür. Bu, son sözdür. Son söz söylenmiştir. Son söz. Mauthner bu tümceyi anlamamızı sağlar: “Hazmet dili ve kurtul; hazmet logos’u, yut sözcüğü.Hazmedilebilirse bu tümce, konuşmak ve yazmak anlamını yitirir. Ve: Konuşan ve yazan, susar. Bu susmadır ki Stirner'e “Ben Meselemi Hiç'e bıraktım”ı dedirtmiştir. Stirner, kendi kahkahalarında boğulan değil, kahkahalarla susandır.

Ancak kendime karşı daha fazla acımasız olmamak için derim ki, yine de: Meselesini Hiç’e bırakmayan biri olarak bu yazıyı bu noktadan sonra da devam ettirebilirim-:). Alçakgönüllü Mauthner, Stirner’in o “monoman gücüne sahip olmadığını”, bir şüphecinin güçsüzlüğüyle yetindiğini beyan ederek konuşmaya ve yazmaya devam eder. Ve insanların bilgi aracı ol(a)mayan dilden arınmalarını öğretiyorum, der. Ve dilin erkinden nasıl kurtulacağını bilemediğini de hüzünle ekler. Mauthner’in hüznünü sevgiyle karşılayarak konuşmaya ve yazmaya devam ediyorum.

Bir çıkış denemesi (1)

Mauthner‘in gül kokan heceleri, Nietzsche’nin okyanusta dalgalanan binbir çeşit sesi, Stirner’in kendi nefesiyle öldürdüğü sözleri, Rimbaud’nun cehennem kokan cennet şiirleri, sözcükleşen her düşünce, sözcükleşen her duygu tamyetkin bu despotun, bu eşsiz tiranın varoluşsal esiridir.

Antonin Artaud, sokağın ortasında her iki elini sırtına götürüp parmaklarını birleştirmeye çalışırken dilin çaresizliğiyle bütünleşen kendi çaresizliğini açığa vurur:

Bana miras kalan sözcükleri, kendimi ifade etmek için kullanmıyorum ve bıkıp usandığım bu illeti yakamdan atmaya da çalışmıyorum. Peki neden konuşuyorum öyleyse? Çünkü ben sözcükleri kullanmıyorum, gerçekte susmaktan başka birşey yapmıyorum ve dayak atıyorum. Konuştuğum zamanlardaysa konuşmak sevişmek olduğu için konuşuyorum. Yani düşünmeyi bana unutturan evrensel fuhuş devam ettiği için, demek istiyorum. Gerçek şudur ki, ben ne konuşurum ne de herhangi birşey yaparım, ne sözcükleri kullanırım ne de harfleri. Ben bir sürrealist idim, bu bir gerçektir. Ancak menifestolar yazdıysam, bir sürrealist olamamışımdır. Diğer taraftan bir papaza, Dalai-Lama’ya, polislere, şairlere, yazarlara, bir erkeğe, bir eğitimciğe, bir devrimciğe, bir anarşiste, bir yogiye ... küfür etmek için yazmışsam, tamamdır.


Hem gerçeğim hem düşsel. Hem düşünselim hem düşüşsel.

Genel olamayan bir gerçek bilimsellik kapsamı dışında kalır. Bilime göre bireysellik ve yanlış aynı şeylerdir; her bireysellik doğru olmayandır. Genel olan doğrudur, tekil olan yanlıştır. Tekil insanın deneyimi anlamsızdır, –kendi başına, yalnız olduğu sürece. Tekil olaylar açıklanamaz gerçeklerdir, açıklanamaz oldukları için genel gerçek değillerdir. Bilime göre genel Varlık gerçektir, tekil Varlık yoktur, Tek yok. Tek, yok. Dille dokunduğum her şey benden kopar. Karşımdaki nesneye nesne dememle o nesne kendi gerçeğini yitirir, kendi olmaktan çıkar, sadece adlandırdığım, ad verdiğim nesne olur. Sözcüğü kullanmamla birlikte her nesne ve her duygu kendi asıl yerini adlandırdığım nesneye ve duyguya bırakır. Nesne ve duygu dilin egemenliği altına girer. İnsan yabancılaşmaz doğadan; insan doğası yabancılıktır.

Dil bir mahkeme, evrensel bir devlet ve evrensel bir cumhuriyettir,

Anadilci bir yasama görevlisi ve

Bir yasama memurudur.

Her sözcük bir kaldırım taşıdır,

Biricik’in ayakları altında.

Dil ne araçsaldır ne iletişimsel ne de bilgisel,

Egemenliktir dil.

Biricik, anadilinden ve anadilden bir başka dil çıkartandır.

Anadilci, anadilinin esiridir.

Dilci dildedir,

Biricik dilsizdir.

Dil dünya'dır; çekilmez bir yaşam. Ve eğer dil tekil bir yaşam olsaydı, o zaman yaşam daha da çekilmez olurdu. Ancak Tek, anadilinde bir yabancı olabiliyorsa, anadilinde bir yabancı olarak dillenebiliyorsa, o zaman ve ancak o zaman bir değişim kaydedilebilir. Tek, Biricik’i bir ütopyadan yeryüzüne indirebilir böylelikle. Birey, Tek, Biricik. Biricik, yok. Tek, kişi olabilendir. Birey, sosyolojiktir, toplumsaldır.

Nesne sabittir. Realistlerin de sabit olmalarına şaşırmıyorum. Us, en büyük organ; beynimizde, yüreğimizde, kemiklerimizde, kanımızda.


Düşüş ve düşsel

Nesne ve dil; iç içe değil, yan yana. Nesne kendi gerçeği üzerinden değişime uğrar. Dil nesneden bağımsız olarak değişir. Sözcükler realitenin yerini işgal eder ve düşünce hayalete dönüşür. Nesne ölür, sözcük devam eder.

Düne kadar anlamsızlığı anlamak isterdim,

Anlam kazanılamayacağını bile bile,

Gılgamış’ın olanaksız arayışını, anlamsız anlam arayışını anlayıncaya kadar.

Genel kavramlar mantıksal bir düzenleme için faydalı olabilir, kavram ve 

sözcükler kendi mantıksal boyutlarında işlev görür. Bunun ötesini 

irdelemek olanaksızlıkla yüzleştirir.

Varlık olanaksızlıktır.

Olanaksızı istemek, anlaşılamayacak olanı anlamaya uğraşmak,

Dilin tükendiği yerde başlar.


Ve

Felsefe işte dilin sonlandığı yerde anlam kazanır,

Ölümün başladığı yerde yaşamın anlam kazanabileceği gibi,

Yaşamın başladığı yerde ölümün anlam kazanabileceği gibi.

Buna göre ancak dizginsiz olan, realiteye gerçek olarak yansır, –bu tekil 

realitedir. 

Dil yaşamı kapsayamaz, her dilsel düzenleme mimari bir kurgudur.

Kurgular ve nesneler birbirleriyle özdeşleşmedikleri gibi, birbirlerinden 

kopuk yaşar. Her nesne kendi realite ve gerçegini kendi içinde barındırır. 

Dil nesneyi değil, ancak kendisini değiştirir.

Bir çıkış denemesi (2)

Bir realist, sözcük-realistidir, sözcük gerçekçisidir. Evrensel realite, 

evrensel gerçek, evrensel insan, evrensel mantık onun özel saplantısıdır. 

Çünkü hiçbir us düşüncenin genel kriterlerine temel olamaz –her us zaten düşünce ve eylem biçimidir. Us Varlık’ı değil, kendisini ifade edebilir ancak. 

İşte

Mauthner’in dostluğuna sığınarak sözcükleştirdiğim akıl yürütmemi şu sözcüklerle sonlandırıyorum:

Ölümün yokluk olamayacağını bilen bir yersizyurtsuz olarak Varlık ile Hiçlik’in daima birbirleriyle seviştiğini duyumsuyor ve gidiyorum. Sen beynimin ürettiği bir saplantısın, ey dünya.

Düşünmek lüksüm değil, düşselligimdir,

Düşünmek lüksüm değil, düşmüşlüğümdür –işte.

Öte-si: Beyaz kar taneciklerindeki sıcaklığı hissedebiliyor musun?

yukarı E- Mail Ana Sayfa