Biricik ve Halklar

Stirner’in Psikanalizi Üzerine Fragmenter Düşünceler

H. İbrahim Türkdoğan


line1.gif

Ritüel ve Nevroz

İlk Adım

Bir şarkı ritmik bir yapıdan oluşur. Bu, melodik bir birlik sağlar. Bu birlik birçok ölçüde dile getirilebilir. Bir dans. Bir duygunun dışavurumu. Gırtlaktan gelen bir ses eşliğinde ritmik bir edim duygu ve düşünceleri dillendirir. Başlangıçta bir yapı gibi görünen bu şey, düşünce ve duygu patlaması içermeyen bir kaostur. İç kaos belirli düşünce ve duygulara sahip bir dış yapıdır. Evet, en özgün anlamda bir ritüeldir. Bunu aklımızda tutalım ve aynı zamanda şu soruyu soralım: Kültür nedir?

İkinci Adım

Gün içinde yaşamak için modern insanın belirli olgulardan oluşan bir günlük kullanım kılavuzuna gereksinimi vardır - buna “gün için gereken ana gereksinimler” diyelim. Küçük-gereksinim-kategorilerine ayrılan tüm öteki gereksinimler ise bu olgular arasında gerçekleşir, eğer algılanabileceklerse. Bu tür bir yaşam için bir plan hazırlanmıştır. Modern insanın zamanı örgütlemesi kendi kalp atışı kadar önemlidir. Ne var ki her ikisi birbirinden bağımsız çalışır.

Medeniyet

Ölümün tehditi karşısında gerçek ölüm benim için dehşetini yitirmiştir. Böyle ya da buna benzer söylemiş olabilir Artaud. Belleğimin yalnızca iç sesine kulak veriyorum. Hiçbir söz işitilmek ya da anlaşılmak için değildir. Sözdeki ritmin sesidir duyumsadığım.


İnsanın Kozmostaki Yeri

İnsan, 'kendini yapan' olarak görünmekten ziyade iklim ve toprakla, ırk ve sınıfla, dille, parçası olduğu topluluğun tarihiyle, kalıtımla, çocukluğunun bireysel koşullarıyla, edinilen alışkanlıklarla, hayatının büyük ve küçük olaylarıyla “yapılan” gibi görünür.”1

Modern antropolojinin 19. yüzyılın sonlarına ve 20. yüzyılın başlarına doğru yükselmesiyle Avrupalı insanın bilinci de önümüzdeki uzun yıllar için önemli ölçüde belirlenmiş olacaktı.

Antropologların felsefesel çıkış noktası öncelikle insanı öteki iki canlıyla, bitki ve hayvanla, karşılaştırmaktır. Max Scheler “aşama-kuramında” tüm canlı varlıkların duygu dürtüsü aracılığıyla birbirleri arasında bağ olduğunu gösterir. Sonuçta, hayvan ile insan zekâlarından dolayı bitkiden ayrılırken kuramın bir sonraki evresinde insan her iki canlıdan tinsel oluşundan dolayı tamamen ayrılır. Tinsel varlık olarak insan, ayaklarının altındaki doğayı kaybettiğini yaşamsal deneyleriyle öğrenir. Bu durumda oluşan Hiç duygusundan dolayı ya herhangi bir dogmatik düşünceye kapılır ya da tinsel bir varlık olarak tamyetkin insan olma şansını eder. Bu, bir yandan nevrozun başlangıcı, diğer yandan da tinsel (manevi) bir ritüelin başlangıcıdır.

İnsanın özel konumu var mıdır, nedir, bu konumu nasıl tanıyabiliriz? İnsanın dünyaya aydan bakma yeteneği özel bir konum mudur? Ya da ölmekle yüz yüze kalan biyolojik yapıya ilk müdahale edenin insanın olmuş olması mı özel bir konumdur?

Hiç şüphe yok ki insan “tuhaf” yeteneğini bu gezegende ve hatta onun sınırlarının ötesinde kullanabilmiştir. Ve hiç şüphe yok k rasyonel bilim çerçevesinde kendi konumuyla birlikte hayvanın da konumunu karakterize etmek için hayvanlar üzerinde deneyler de yapabilmiştir; bununla birlikte bu bilgilerin gerçekten geçerli olup olmadığı sorusu açık kalacaktır, çünkü bu kriterler zaman, bilinç, etik gibi faktörlere dayanır. Ve öteki soru: eğer hayvan bu dünyada bir birlikte-varlık olarak kabul edilirse, bundan hayvanın çıkarı nedir? Ayrıca hayvanın bir çıkarı olup olmadığını yine insan belirleyecektir. Hayvanın insanla eşit haklara sahip olduğunu düşünürsek, nasıl bir sonuç elde edebiliriz?

Modern pedagoji hayvanat bahçesindeki hayvanın çocuğun gelişiminde önemli ve olumlu katkıları olduğunu ileri sürer. Nedir bu katkılar? Güçlü ile güçsüz arasındaki cinsel ilişki mi, psikolojik iğdiş mi, hayvanlarla arasındaki farktan dolayı “oluşan zafer” düşüncesi mi?

Hayvana ve doğaya karşı bir zafer? Bir zaferden söz edilebilir mi? Kendi zekâsıyla yarattığı modern araçlarla kendini yok edebilmek bir zafer midir? İnsanın, yaratılışın taçlandırıcı zaferi olduğu söylenebilir mi?

1970'lerde biyolog Konrad Lorenz, “Sözde Kötülük” kitabıyla bu zafer fikrini uç noktalara taşır. Nobel ödüllü Lorenz, hayvanı inceleyerek elde ettiği sonuçları insanlara da aktarır. Ne var ki, Lorenz hayvanları doğada araştırmaz, sadece insanlar tarafından hayvanlar (hayvanat bahçesi, akvaryum vb.) için kurulan tesisler kapsamında araştırır. Sonuç olarak, kitabın yalnızca yarım sayfasında sunduğu tek bir kişi hakkındaki analizlerinin tüm insanlar için geçerli olduğunu ileri sürer.

Akvaryumlarda yaşayan balık çeşitleri ile teyzesi arasında gördüğü benzerliklerden yola çıkarak tüm insanların agresif oldukları sonucuna varır. Lorenz'in teyzesi “kötülük sembolü olarak ileri sürülen kendine ve ötekine zarar verme mekanizmasının” tutsağıydı şüphesiz.2 Ayrıca Lorenz'in teyzesi obsesif kompulsif bozuklukları, obsesif nevrozları olan bir insandı. Birincisi Lorenz'in çıkış noktası yanlış; hayvanları laboratuvarlarda inceliyor. Kapalı tutulan hayvanlardan hayvanların doğası üzerine doğru bilgi elde edilemez. İkincisi elde ettiği yanlış analizleri nevrotik bir insanla karşılaştırdıktan sonra tüm insanlar için geçerli olduğunu iddia ediyor. Söz konusu insan nevrotik olmasa bile ve hatta doğada yaşayan hayvanlar incelenmiş olsa bile, elde edilecek bilgiler insanlar için geçerli değildir. Birincisi, bilimsel araştırma Zeitgeist'a bağlıdır ve ikincisi, tamamen yanlış olabilir. Çünkü: insanın hayvan hakkında elde ettiği tüm bilgiler sadece insanın elde ettiği bilgilerdir; insanın bakış açısından elde edilen bilgilerdir.

İnsanın evrendeki bu sözde özel konumu insanların hayatta kalma stratejisinden ve kibirli bir duygudan kaynaklanmıyor mu?

Anlaşılan, antropolojik kuram Martin Heidegger'in de işine yarıyor, büyülendiği mantığı şöyle ifade ediyor: “İnsan, us sayesinde hayvanı aşarak yükselir, ancak sürekli olarak hayvana yukardan bakmak, onu altına almak, onunla baş etmek zorundadır.”3 Heidegger'in kanıtlamak istediği nedir? Ya da: Heidegger'in problemi nedir? İnsan, içindeki “hayvansal”dan dolayı aşağılık kompleksine mi sahip? Bu nedenle mi içindeki hayvana yukardan bakması gerekiyor? Bir bilgelikmiş gibi Heidegger ve onunla birlikte birçok biyolog, hayvanın “Ben” diyemediğini, hiçbir şey diyemediğini ilân ediyor.


Neler oluyor? Problem nedir?

İnsanlar? Seçkin bir halk! Günter Anders, antropologlarla alay etmesin de ne yapsın! Eşeklerin kozmostaki özel konumu nedir, diye sorar. Evet, Scheler'in trajikomik felsefesi bir taraftan ironik sorular çağrıştırıyor. Diğer taraftan da meselenin bir başka yüzünü açığa vuruyor. Arkaplanda sinsi girişimler fırsat kolluyor: Bu özel konumun ardında özel görev, özel misyon yatıyor. Tanrı, kendi-başına-varolan Varlık olarak Âdem ve Havva'yı “özel varlıklar” olarak görevlendirir. Böylelikle de insanın doğası belirlenmiş olur. İnsanlar özel (seçkin) olarak seçilince bir sonraki adım da çok uzak değil: belirli bir insan-halkı özel olacaktır. Arnold Gehlen gibi bazı antropologlar bunu iddia etmişlerdir.

İnsanların hayvanlardan farklı olduğu muhtemelen genel olarak kabul edilen bir “gerçektir”, ancak bir maymun aynı şekilde olmasa da, bir kediden ve bir kedi de bir balıktan farklıdır. Ve her tür bir diğer türün sahip olmadığı yeteneklere sahiptir. Peki, yaratılış tacı bunun neresinde? Zafer nerede? Bunun nesi zafer? Bu, bir tür saplantı mı, bir sabit fikir mi? İnsanın “dünyaya sahip olmasıyla”, doğanın sınırlarına “Hayır” diyebilmesiyle öteki canlılar üzerinde bir zafer kriteri mi oluşur?

İnsanın özgür olmaya mahkûm olduğunu ileri süren Sartre, bazı antropologlar gibi insanı Hiç'le bağlantılı olarak algılar. Sartre da insanın kendini yapabilecek bir taslak olduğundan yola çıkar. Sartre'ın felsefesi ama antropolojiye dayanmaz. Muhtemelen bu yüzden Sartre dünyaya karşı bir zafer düşüncesi taşımıyor.

Bazı antropologların ileri sürdükleri Tanrılaşma düşüncesi dünyalaşma düşüncesini önkoşullandırır; Bu yüzden insan, antropologların iddiasının tersine dünyaya sahip değil, dünyadır. Dünyaya sahip olma düşüncesi dünyadan yabancılaşmanın bir belirtisidir. Diğer taraftan ama dünyaya sahip olmak ve dünya olmak birbirine karşıt olarak algılanmak zorunda değildir.

Bu noktada Stirner'in rolü önemlidir. Modern antropoloji dahil olmak üzere neredeyse iki bin beşyüz yıllık Batı düşüncesinin tüm yapısı Stirner felsefesi karşısında sarsıntıya uğrar; monoton rutinlerin harabelerinden, yanlış alışkanlıklardan varoluşun sahi ve asli ritmi Stirner felsefesiyle filizlenebilir. Freud ve onunla birlikte antropologların süblimleştirme (yüceltme) dediklerine Stirner manipülasyon (dışardan belirleme) der. Psikanalistlerin nevroz dediği şeye Stirner sabit fikir der. Stirner'e göre, dünya-olmakla dünyaya sahip olmak yabancılaşmayı gerektirmez. Eğer varoluşçunun, insanı kavradığı gibi insan başlangıçta henüz bir şey olmadığı için tanımlanamıyorsa, daha sonra kendini yaratacağı an kendini tanımlayacaktır.4 Stirner'e göre insanlaşma, bireyin dışardan belirlenmesine ve manipüle edilnesine izin vermez; daha çok kişinin özerkliğini ve yaratıcılığını teşvik eder.

Modern pedagojik yöntemler hâlâ çocuğun özerkliğini ve yaratıcılığını engellemeyi amaçlıyor, ona sadık bir Hıristiyan ya da iyi bir vatandaş olacağını dikte ediyor. Günümüzdeki dikte yöntemi ama sinsidir; doğrudan değil, gizlicedir. Arkaplan odaklıdır modern pedagoji, bu konuda ustadır. Her yerde gizlenen, fırsat kollayan nevrozlar, her yerde sabit fikirler. İsa'nın gözü hâlâ çocukların kalbindedir. Pedagoglar, İsa'nın şu modern çocukları, şu pedagojik Âdem ile Havva'lar ondan sadakat yemini bekliyorlar. Dolayısıyla Konrad Lorenz gibi birinin Nobel Ödülü sahibi olmasına ve Stirner'in ünlenmiş felsefe memurları tarafından bastırılmasına şaşmamalı. Devletin tamyetkin erkini onaylamak için tüm çalışmalar devlet görevlilerince taçlandırılır.

İnsan ezelden beri hayvanın rastlantısal varoluşuna kendi varoluşuyla karşılık veriyor; “Dasein”ı sadece insana özgü olarak algılıyor. İnsanın temel hedefi: Bir “Hayır” ile şimdi-burada-olduğu-hâlini kırarak gerçekliği aşkınlığa taşımak. İçgüdüyü, dürtüleri ve içtepileri bastırarak; bu enerjilerden vazgeçerek, onları ruhsal, dilsel, entelektüel kısaca kültürel faaliyetlere süblime ederek yeni bir enerji yaratmak.

Max Scheler'e göre Batı tarihinde aynı kültürel insan türünü üreten iki kuram görebiliriz. Birincisi: tine özerklik ve erk “hakkı” tanıyan Klasik Kuram (bazı temsilcileri: Averroes, Spinoza, Kant, Hegel, vb.). Bu kuram tinsel ve her şeye muktedir bir Tanrı'ya dayanır. İkincisi: Negatif Kuram (Schopenhauer, Paul Alsberg ve Freud vb.). Bu kuram insanın kültür üreten tüm faaliyetlerinin sadece “Hayır” diyebilme yeteneğine dayandığını temsil eder. Her iki kuram da programlanmış bir insan türü üretiyor.

Scheler, süblimleştirmeyi en yüksek şekliyle tanımlar. Ona göre süblimleştirme oluşma sürecinde Varlık'ın daha düşük bir alanını daha yüksek şekillerin hizmetine sunar. Tıpkı atomun hizmetindeki elektronlar ve yaşam yapısının hizmetindeki inorganik kuvvetler gibi. Süblimleştirmenin kozmik açıklamasını Scheler neticede son noktaya vardırır: “İnsanlaşma ve tinselleşme (Geistwerdung) doğanın son süblimleştirme süreci olarak görülmelidir.”5

Maymun, insan için neyse insan da üstinsan için odur. Tamamen tinselleşmiş insan için de üstinsan hâlâ bir maymundur. Başka bir ifadeyle: Üstesinden gelinen maymun, insanı yüzkarası ve utanç olarak aşmak ister ve tinselleşme ya da Tanrılaşma yolunda ilerleyen üstinsana yol açar. “Maymun nedir ki insana göre?” diye sorar Nietzsche ve yanıtlar: “Bir kahkaha ya da acı verici bir utanç. Ve insan da bu olmalı üstinsana göre: bir kahkaha ya da acı verici bir utanç.”6

İnsan yalnızca üstinsana (Nietzsche) ulaşmanın bir aracıdır, bu da Tanrı-insana (Scheler) ulaşmanın bir aracıdır. 'Tanrı olma projesi', son-taslağını Tanrı-insanda insanın ve üstinsanın çöküşüyle elde ediyor.

Scheler'e göre, insanı yaratılış tacına yükseltebilecek ilahi bir mercii yoktur, bu yüzden geriye kalan tek şey kendini yükseltme erkidir. Peki, bunun ne anlamı olacaktı ki? Zafer duygusuyla hayvanlara ve bitkilere yukardan bakmanın anlamı nedir? İnsan, hayvanı “Mitwesen” (eşit-varlık) olarak tanıma erkine (olasılığına) de sahiptir. Bu, kültüre karşı bir edim mi olur? Perspektifin ters çevrilmesi mi? Bir karşı-kültür mü?

İlk Adıma Dönüş

Maymunu konuşturmanın zamanı!

Franz Kafka'nın izlediğ yol zafer mantığından yola çıkanlara ters düşer. “Akademi İçin Bir Rapor” adlı öyküsünde, insan egemenliği altında bir hayvan olma sorununu zıt bir perspektiften anlatmaya çalışır. Bir maymunun insanlar tarafından asla anlaşılamayacağı bilinciyle Kafka, bir maymun perspektifinden insan toplumunda köle ya da hizmetçi olarak yaşayan canlı bir varlığın dramını anlamaya ve anlatmaya çalışır; bastırılmış dürtülerin sonuçlarına dikkat çeker.

Rotpeter adında bir maymunun bir akademi tarafından maymun geçmişini anlatması istenir: Hamburg’da ilk hayvan terbiyecisinin eline teslim edilmemden kısa süre sonra, önümde iki yol olduğunu anlamıştım: Hayvanat bahçesi ya da varyete. Duraksamadım, şöyle dedim kendi kendime: Bütün gücünü kullan, bir varyeteye kapağı atmaya bak! Çıkış yolu budur senin için; oysa hayvanat bahçesi, yeni tir parmaklıklı kafestir yalnızca; oraya girdin mi, hapı yuttuğun gündür. [...] Almancada çok güzel bir söz vardır: Sıvışmak. Ben de bunu yaptım, sıvıştım. Özgürlüğü seçemeyecek oluşum karşısında başka çıkar yol göremedim.”7

Rotpeter, hayatta kalabilmek için hapishane yaşantısında tek çözüm görür: insanları taklit etmek. Maymunsal yaşamından vazgeçerek, içgüdülerini bastırarak insan olmaya çalışır. Rotpeter bir insan gibi giyinir, insanlarla yaşar, sosyal açıdan yerleşik bir düzene sahip, ünlü bir sanatçı, kısacası bir muhafazakâr insan yaşamı sürdürmektedir: Bir ortalama Avrupalı. İnsanı taklit etmekle ayrıca kafesten çıkmayı da başarır. Rotpeter, maymunluğunu aşmış, insansal topluma entegre olmuş, asimilasyondan geçmiş bir tür mutant bir maymundur.

O dönemler Darwin'in evrim kuramının etkisi altında kalan birçok hayvan psikoloğu taklit ve terbiye8 ile hayvanların evrimini hızlandırabileceğine inanıyorlardı. Amaç, rastlantısal bir gelişmeyi beklemek yerine hayvanları bir nesil boyunca insansal düzeye getirmekti.

Kafka'nın anlatısı insanın gelişimini yansıtıyor. Eksik bir varlık olan insan, bastırılan dürtü yoluyla tam insanlaşmayı amaçlar. Freud'un genişletilmiş psikanalizi, günümüzde genetik gelişimini gördüğümüz süblimleştirme yoluyla medeniyetin gelişimini amaçlıyordu.

Onlara göre Rotpeter'in başından geçenler hâlâ maymun derisinde düşünen insanın hedefi olmalıydı. Gelişim içerisindeki insan mevcut varlığını kavrayamamakta tıpkı hayvanın varlığını kavrayamadığı gibi. Hayvanı kendine benzetmekle, kendi bilinemez karakterinin bir kopyası haline getirmekle hayvanın bilmecesini ve bunun üzerinden de kendi varlığının bilmecesini çözebileceğini düşünüyordu. Bu, Tanrı olmanın (Tarılaşmanın) ilk koşuludur.

Heidegger şöyle açıklar: “Fakat, şimdiye kadarki insanın özünü öncelikle tespit edebilmek için, şimdiye kadarki insanın kendini aşması sağlanmalıdır. Şimdiye kadarki insan, kendine tabi olmaya/kendisiyle yüzleşmeye ve şimdiye kadarki türünün aşağılıklarını aşağılamaya, isteksiz değil de, muktedir olmadığı için son insandır. Bu sebeple, şimdiye kadarki insan için, kendisini aşmasını temin edecek bir nakil imkanının aranması ve dolayısıyla, şimdiye kadarki ve son insanı aşan şimdiye kadarki insan olabilecek varlığa uzanan köprünün bulunması gerekmektedir.”9

İnsan belirlenmemiş bir varlıksa, üstinsan da boş bir sayfa. Heidegger, Üstinsan'ını tanımlamak istiyor: “Üst-insan, şimdiye kadarki insanın özünü önce hakikatine sevk eden ve bunu taahhüt edendir. Özü itibariyle bu şekilde tespit edilen şimdiye kadarki insanın böylece, gelecekte yeryüzünün efendisi olabilecek, yani insani eylemin ve yeryüzünün teknik istihalesinin tabiatından uhdesine düşen saltanat imkanlarını daha yüce bir gayeyle idare edebilecek bir konuma getirilmesi gerekmektedir.”10

Heidegger'in belirttiği gibi anlam taşıyıcısı olan insan, Varlığın çobanıdır (dünyanın efendisi) ve dilde ikâmet eder. Dilde yaşayan çoban, sürdüğü sürünün hükümdarı ve merkezidir. Böylece varolan Varlık olmak zorundadır ve Heidegger'in tasarımı da zorunlu kurallar sistemiyle sonuçlanmaktadır.


Nihilizm Çıkmazı

Ussal ve dinsel soyut algı üzerinden üretilen haz, dünya çapında devasa bir kayıp olarak karşımıza çıkıyor. İnsana dair cinsel güdüler söz konusu üreme yoluyla dünya üzerinde meşrulaşmış nevrotik edimlere dönüşmüştür. İstenci itici güç, arzu, haz, sevgi, hassasiyet, bağ, iletişim, gereksinim, empati, her tür deneyim ve kalıcı doyumun toplamı olarak betimlersek; kireçlenmiş, zedelenmiş bir hasta organ karşımıza çıkar; bunu cinsiyetin ve cinselliğin kültürleşmesine borçluyuz.

Bir Stirnervari model Katharsis uygulanımında insanı, yukarda sözü edilen eksikliklerinden, kireçlenmelerinden kurtarma olasılığı taşır ve onun bedensel ve ruhsal hazzın bulunduğu sahiliğini (Eigentlichkeit) bulmasını sağlar. Cinselliğe aşırı değer vermeksizin, aynı zamanda onu bastırmaksızın bir toplumsal birlikte oluş, dürtü kaybına yol açmadan cinsel gücü yeniden harekete geçirebilir.

Zayıf bir cinsiyetin, ceset kokan bir bedenin ezilen duygularını uyarmak için, başını kaybetmiş bir gövdeyi baştan çıkarmak için seks sanayisinin baş vurmadığı yöntem kalmamıştır. Hükümetlerini ilaç olarak gören insanlarsa genital bozukluklardan muzdariptirler. Oysa hasta bir cinsiyeti diriltmek için bu yöntemler uygunsuz olduğu gibi, onu tam olarak ölüme sürükler. Stirner neredeyse tüm dünya halklarını tımarhanelik deliler olarak adlandırırken şaka yapmıyordu, bazılarımızı yürekten güldürmeye teşvik etse de: “Neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deli, tımarhanelik deliler olarak gördüğümü söylediğimde şaka yaptığımı ya da mecazen konuştuğumu sanma.” (Norgunk, s. 43)

İki halk arasındaki bir savaş onların cinsel bozukluklarına işaret eder. Halkın karakteri onun orgazmıyla orantılıdır. İki halkın orgazm coğrafyasına dair iki örnek:

Örnek bir:

Türk halkı aktif cinsellik üzerinden orgazma ulaşır, çünkü genital enerji yüklüdür. Kürt halkı pasif cinsellik üzerinden, çünkü anal enerji yüklüdür. Bu iki halkın birbiriyle çatışması ise oral enerjinin karşılıklı doyumunu -pozisyona göre doyumsuzluğunu- simgeler. Bu halklar müstehcendir. Sıcak ana kucağı arayışının, ebedi kurtuluşun, son kurtuluşun çığlığı: Karşılıklı imhâ.

Bu, bu dünyayla öteki dünyanın evliliğidir. Bu durumda Biricik'i ancak dansa çağırabiliriz.

Örnek iki:

Çarmıha gerilmiş İsa heykelini görünce henüz üç yaşındaki kız çocuğu duygusal ama net bir ses tonuyla sorar babasına: “Bu adam neden asılı burada, çok hüzünlü?” Babasının gözleri dolar ve söyleyecek hiçbir şey bilemez.

Almanya kentlerini süsleyen kanlı haç; cinsel acıyı, cinsiyete işkenceyi, ruhun zorunlu görevini ve ruhsal şiddeti öğretir. Nevrotik karakterin duygusal şiddetle sonuçlanması. Anaokulları “İsa'nın Kalbi” adını taşır; çocuk ruhuna cinsiyetsiz bir ev vaat eden bir mesaj. Çocukların kendi bedeninden uzaklaşmasını, duygularını engellemesini, yoksunluğu ve çaresizliği öğreten bir mesaj. Hıristiyanlığın reçetesi: Zayıflaşmayı ehlileştirmek. Müstehcen halkın müstehcen pedagojisi. "Hıristiyanlık yırtıcıların efendisi olmak istiyor; kullandığı araç ise onları hasta etmeği amaçlıyor.” (Nietzsche: Der Antichrist. Kröner 1990, s. 213).

Somut ama daha gizli ve sistematik, içselleştirilmiş bir otoriteyle düzenlenen bir eğitim paketi ve hedef ise itaatkâr model çocuk. Genel eğitimin durumu budur. Rasyonel eğilimli eğitim çocuğun psikolojisiyle pek ilgilenmiyor. Daha çok düşünceyi psikolojiden koparmaya meyillidir. Sonuç olarak, ruh bloke edilirken zihin de tıkanmak zorunda kalıyor. Süblimleştirme sadece bir dürtü baskısı değil, aynı zamanda ruhun da baskılanmasıdır.

Bu şekilde eğitilen çocuklar daha büyümeden sevgi, şefkat ve cinsel doyum arayışına çıkarlar. Nafile. İçinde yaşadığı toplum kireçlenmeden muzdariptir. Kayıp anne bağı arayışında olan çocuk, Hıristiyan demokratik hukuk devletinde ifade bulan yapay nevrotik bağlarda bulur anne bağını. Nevrotik davranışın toplu olarak sergilendiği müstehcen Noel festivali bedenin ve ruhun doyumsuzluğuna çağrı yapıyor. 'Lüle saçlı narin çocuk, İsa, tek kurtarıcımız bu gece bizimle, sessiz gece, kutsal gece. Noel: oral-anal mutluluk; pusuda bekleyen genital enerji. Herkes kendini beşikte hissediyor, İsa'ya ibadet doyuma ulaştıracak kullarını bu gece, ama sonsuz bir doyum değil, çünkü gelecek yıl için aynı doyumun hayallerini kuruyorlar bu gece. İşlevini yitirmiş bir fallus kadar bitik bir gece. Ahır, gübre, hayvanlar, çobanlar hepsi birarada; kralların bile saygı duyduğu basit ve kirli insanlar.' (Pilgrim'den derleme, bk: Das Paradies der Väter).

Postmodern bir topluma yansıyan Antik kümes resmi: Almanya Noel'i. Herkesin 364 gün beklediği ruhsal doyumun mideye vurduğu cinsel yüzeysellik. Pazara sürülen hayvan eti tadındadır cinsel özgürlük; tıkabasa yenilen et doyurmadığı gibi, tıkabasa yaşanılan cinselik de doyurmuyor. Durmadan şişen bir toplum. Her açıdan. Her beş çocuktan biri ve her gençten üçü fazla kiloludur bu ülkede. Ve her on sekiz yaş üstündekilerin ikisinden biri. O kadar mutlular ki güldüklerinde çeneleri göbekleriyle birleşmektedir. “Sanki şişkolukları aracılığıyla bir tür gerçekliği dile getirmeye çalışmaktadırlar. [...] Ortalıkta öyle salına salına dolaşmaktadırlar. Freud'un o 'ideal Ben' kavramıyla sanki hiçbir ilişkileri yok gibidir.”11

Noel, ritüelin tersyüz edilmiş sapkın hâlidir, tam olarak: ritüelle tam bir karşıtlık oluşturuyor. Ne derinlik içermektedir ne tinsellik ne de ruhsallık. Cinsiyetin ve cinselliğin ifşa edilmesi tüm bağlardan koparıldığına, paketlenip pazarlandığına işaret ediyor. Bir yandan yıkıcılık ve saldırganlık, diğer yandan sözde bolluk ve sözde tatmin. Man'ın zaferi.

Antropolojik bir formül olarak nihilizmin üstesinden gelme çabası, rastlantısallığı (olumsallık/olasılık) aşmak için uygulanan çeşitli yöntemler üzerinden insanı kişilik yokluğuyla bütüleştirdi. Tanımlanamayan bir varlık olan insan, kültür üzerinden tanımlanmaya çalışılırken sürekli bir dünyada-olma-şoku, bir rastlantısal-olma-şoku yaşanıldı; bu şok insanın varoluş çöküşüyle sonuçlandı. Bir varoluşsal kolaps.

Dünyaya açık olma dünyaya yabancılaşmakla sonuçlandı. Bu, Ben-yabancılaşmasıdır. Sözcüğün tam anlamıyla çekiçle felsefe yapan Stirner, Ben-yabancılaşmasına, beden-ruh çatışmasından kaynaklanan obsesyonlara bir son verdi: şiirsiz, sanatsız (bu yetenek, kendini bir çekiç filozofu olduğunu ileri süren ardılı Nietzsche'ye aitti.) şiirsel-romantik stili olmayan, bizzat titiz ve soğuk bir Almancayla düşünsel duvarların taşlarını teker teker kırılmasını sağladı.

Dünyaya atılan insan kendisine özel bir tür ya da amaç atfetme görevine sahip değildir, dolayısıyla Stirner kültürel saplantıları hedefliyordu eleştirilerinde. İnsan öteki varlıklardan ne fazladır ne de eksiktir. Her varolan bir diğerinden ne daha iyidir ne de daha kötü; sadece kendine özgü ve biriciktir. Neticede, rastlantısal olgusallık antropolojik-obsesif sonsuzluk içermeyen bir sonluluktur, dolayısıyla Stirner, “sonsuzluğu” ancak hâyâl ürünü olarak adlandırabilirdi. Ve rastlantısallığın üstesinden gelme uğraşı Stirner'e ancak gülünç olarak yansıyabilirdi.

İnsan kültür yaratıcısıdır, yarattığı kültürün mülkiyeti olması ise obsesiv bir psikolojinin gelişmesini sağlar. Neticede, insanın dünyayla ilişkisi obsesif bir kültürün egemenliğine girmiştir. Böylece dünyaya yabancılaşan insan bir Ben-yabancısıdır. Stirner'ın Ben'i sebepsiz, konumsuz, amaçsız değildir. İnsan, dünya ile özdeşleşen ve dünyadan enerjisini alan empirik-olgudur. Stirner'in felsefesinin psikanalitik versiyonu, Stirner'i pek takdir eden psikanalist Wilhelm Reich'ın aşağıdaki sözünde ifade bulur: “Yaşam enerjileri zorunlu bir âhlâk ve zorunlu bir görev olmaksızın doğal olarak işler; her ikisi de mevcut anti-sosyal duygulanım ve davranışların kesin işaretleridir. Anti-sosyal edimler, doğal yaşamın bastırılmasından kaynaklanan ve doğal cinsellikle çelişen ikincil güdülerden kaynaklanır.”12 

Reich'ın cinsel bağlamda analiz ettikleri doğal olarak genel kültür için de geçerlidir. Sözde süblimleştirme yoluyla insanlar toplumun zorunlu normlarına adapte oldular. Demokratik rejimin katılımıyla toplu bir süblimleştirme süreci otoritenin paylaşımını sağlamıştır. Sonuç olarak, otoriter davranış yavaş yavaş nevroz ya da sabit fikir haline gelen içselleştirilmiş bir biçim aldı. Bireyi adım adım monotonluğa, nevrotik oluşa taşıyan norm sistemi Ben-yabancılaşmasının sebebidir. Stirner felsefesi, Ben-yabancılaşmasını temizlemeye, Ben'i, misyonlarından arındırmaya yöneliktir. Dünyaya atılmışlığı üzerinden insan, dünyadaki özgürlüğünü ve Kendi-olma'yı deneyler. Özgürlükte insan dünyasız bir dünyadadır. Kendi-olma'da insan dünyayla dünya içindedir. İlk durumda sadece Varlık'ın çobanıdır, ikinci durumda varoluşunun geçiciliğini yaşar. 

Atılmışlıkta Taslak

İnsan atılmışlıkta henüz belirlenmemiştir. Dolayısıyla belirli bir şey olma zorunluluğu ve yükümlülüğü yoktur. Ancak, Varlık'ın anlamı sorgulandığında teolojide buluruz kendimizi. Felsefe de bu teolojik âhlâkta sıkışıp kalmıştır. Rastlantısallıkla, rastlantısal varoluşumuzla yüzleşememektedir. Teoloji gibi felsefe de Varlık'ın hiçbir şey için olmadığını, sadece olduğunu kabul edemiyor. Varlık, orada işte. Bu, maskesiz, sade gerçekliktir.

Teolojikfelsefenin formülü şöyledir: Varolan varsa, olma yükümlülüğü de vardır. Şimdi Stirner'in ateistlere neden dindar insanlar dediği daha açık hâle geliyor. Ateist, Varlık'ın anlamını sorgulaması meselesinde dindarlığını gizler. En geç bu noktada teoloji ile felsefenin yolları kesişir. Antropolojik felsefe gibi geleneksel metafizik de bu anlam kavramı olmadan düşünülemez.

Görünen o ki insanın evrendeki rolüne kafa yorulurken sivrisineğin rolü es geçildiği için anlamın anlamı antropolojik bağlamda daraltılmış. Düşünce tarihi açısından bu antropomerkezciliği açıklamak kolay elbette. İnsanı her şeyin efendisi görerek ön plana çıkarmakla kalmayıp tüm varlıkların onun için yaratıldığına ve böylelikle insanın diğer canlıların 'anlamı' olduğuna hükmeden, Eski Ahit'teki, bugün hâlâ geçerliğini koruyan antropolojiye atıfta bulunmak yeterli. Bu anlam tekeli, düşün insanlarının değil de doğa bilimcilerinin, örneğin bir Darwinistin gözüyle değerlendirildiğinde hakikaten gülünçleşir. 'Anlam' gibi temel bir kavramın bir bakıma rastgele bir özellik olarak milyonlarca tür arasında tam da ve sadece rastlantı eseri ait olduğu türün payına düşmesi gerektiğine ciddi anlamda hiç kimse inanmaz.”13

Yukarıda açıkladığım gibi pedagojik-felsefenin rastlantısallığı aşma uygulamaları, varolana varolduğu şekliyle ilgi duymuyor, ilgisi varolanın anlamına yöneliktir. Giriş bileti ödemeksizin dünyaya gelenleri kabul etmiyor. Ona göre varolan önce karşılık ödemelidir, üstelik anlam ile. Anlam ise dış belirleme ile gerçekleştirilmektedir.

Rastlantısal varoluş şoku 19. yüzyıl Rus nihilist şokunu anımsatıyor bize. Rus halkının ilk şoku: Batı kökenli doğabilimleri ve felsefesiyle karşılaşmak. Dönemin Rus yazarlarının içsel krizi: Hıristiyanlık ile ateizmin çatışması. Bu kriz yazarların görkemli düşünsel yaratımlarına neden oldu. Hâyâl kırıklığına uğrayan Rus entelektüel, öldürülen Tanrı karşısında her şeyi göze alabilmekteydi. Yıkımı izleyen yaratım ve yaratımı izleyen yıkım. Farkında olmadığı bir şey vardı: Başkasına tuzak kuran, kendi düşer. Tanrısızlık karşısında anlamını yitirmiş bir varoluş düşünsel açıdan meşru bir imhâyla bütünleşti. Psikolojik açıdan ama tahammül edilemezdi Rus insanı için. Bu durumda Rus entelektüel tam anlamıyla, bugün hâlâ süren, bir çıkmazın içine düştü. Bu onun ikinci şokudur. Ekim Devrimi'yle deli gömleği giyinen Rus halkı devrim sonrasında bir “mutluluk” bulduğunu sandıysa da, bu “mutluluk” onun yitirilmiş yaratım enerjisine işaret ediyor sadece. Şokun Rus ruhunun üzerindeki zaferi budur.

Rus ruhunun yaşadığı bu şokla dolayımsız olarak karşı karşıya gelen Stirner, düşünceyi ve psikolojiyi birbirine düşmanlaştırmamak için giriş bileti için ödeme yapmaksızın meselesini Hiç'e bıraktı. Bununla varoluşun çekirdeğine isabet etti ve felsefeyi insan psikolojisiyle birleştirdi.

Gılgamış Destanında okuyoruz bu birleşmeyi: Gılgamış, arkadaşı Enkidu'nun ölümüne tanık olunca ilk kez Hiç'in horror vacui gücüyle yüzleşti: Varlık'ı bir uçurum olarak yaşadı; insanın özgür olmaya mahkûm olduğu bir uçurum. An itibariyle dünyasal rastlantısallığa atıldığını fark etti. İnsanın Tanrılar olmaksızın yaşayabildiğine kendi deneyimlerinde, arayışlarında tanık oldu ve Tanrı korkusunu kaybetti. Bu duygu trajik özgürlük tadındaydı, aynı zamanda ama varoluşsal bir haz içeriyordu; an'ı tatmak; tinsel, ruhsal ve bedensel.

line1.gif


1Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik, İthaki, 2000, s. 606,

2Volker Elis Pilgrim: Dressur des Bösen. Verlag Kurt Desch, 1974, S. 20

3Martin Heidegger: Was heißt Denken? Reclam Verlag Stuttgart 1992, S. 39.

4Jean-Paul Sartre: Ist der Existentialismus ein Humanismus. Ullstein, Juli 1989, S. 11

5Max Scheler: Die Stellung des Menschen im Kosmos. Francke Verlag Bern und München, 8. Auflage 1975, S. 68

6Friedrich Nietzsche: Also sprach Zarathustra. Kröner Verlag Stuttgart. 18. Aufl. 1988, S. 8.

7Franz Kafka: Die Verwandlung. Und andere Erzählungen. Könemann. 1995. S. 229-230

8“Terbiye” kavramı bazı halklarda hayvan eğitimini, başka halklarda da insan eğitimini ifade eder. Kavramın ne kadar kurnazlık içerdiği her iki durumda da bu kavramın tüm ataerkil halklarda sadece terbiye olduğu anlaşılınca belli olacaktır. Metin süresince bu kavram açığa çıkacaktır.

9Martin Heidegger, a.g.e, s. 39.

10Martin Heidegger, a.g.e., s. 39.

11Jean Baudrillard, Çaresiz Stratejiler, s. 22, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul, 2002

12Wilhelm Reich: Die Entdeckung des Orgons, Band 1: Die Funktion des Orgasmus. Kiepenheuer und Witsch, Köln, 1987, S. 15-16.

13Günther Anders: İnsanın Eskimişlişi, s. 475, İthaki, 2018. Çeviri üzerinde değişiklikler yaparak aktardım.

line1.gif

yukarı E- Mail Ana Sayfa

Aydınlanma Projesi muhafazakârlık üzerine kuruludur. Stirner'e Aydınlanma Projesi'nde bu nedenle yer verilmedi; Stirner Aydınlanma düşüncesinin en tutarlı, en radikal düşünürüdür. Aydınlanma Projesi'nin temsilcileri bu radikalliğe tahammül edemeyecek kadar muhafazakâr bir psikolojiye sahipti. Postmodern Çağ'da çöküşüne tanık olduğumuz bu Proje, Stirner'i anlamaktan hâlâ pek uzaktır.

"Yeni Çağın girişinde “Tanrı-İnsan” vardır. Bu çağın sonunda, Tanrı-İnsanın sadece Tanrı olan yanı mı buharlaşıp kayıplara karışacak; ve sadece Tanrı yanı ölürse Tanrı-İnsan gerçekten ölmüş olur mu? Kimse bu soruyu düşünmedi ve aydınlanmanın bir eseri olan Tanrı'yı aşmak şu günlerde zaferle sonuçlanırken bu mesele hallolmuş sanıldı; insanın, - “yükseklerdeki tek Tanrı” olmak için - Tanrı'yı öldürdüğünü kimse sezinlemedi. Bizim dışımızdaki öte-dünya şüphesiz ortadan kaldırıldı ve aydınlanmacıların o büyük projesi bununla tamamlandı; lakin Bizim içimizdeki öte-dünya yeni bir cennet haline geldi ve bizi yeniden bu cennete saldırmaya davet ediyor: Tanrı, yer açmak zorunda kaldı, lakin Bize değil, bizzat - İnsana. Peki, Tanrı’dan sonra İnsan'daki Tanrı da ölmedikçe, Tanrı-İnsan’ın öldüğüne nasıl inanırsınız?" 

-Max Stirner-